
Dil ve Bağımsızlık
Dil, insanın kendini ifade ettiği, konuştuğu, yazdığı, okuduğu iletişimin en önemli araçlarındandır.
Dil, ülkeler için, milletler için varlık ve birliğin timsalidir.
Dil birliği, milletlerin çimentosu ve zenginliğinin alametidir.
Ülkemizin bir bölümünde “ana dilde eğitim” gibi talep ve tartışmalar gereksiz ve tehlikelidir. Asla kabul edilemez. Bir milletin resmî dili tektir. Elbette yerel dillerin öğrenilmesi, öğretilmesi bir insan hakkıdır ve ülkelerin zenginliğidir.
Dil, milletlerin tarih, bilim ve medeniyet yolculuğunun en önemli gücü ve aracıdır.
Hasılı; ne kadar kelime, o kadar zenginliktir.
Ne kadar kelime, o kadar zihin açıklığı ve düşünce derinliğidir.
Milletlerle yapılan savaş araçlarından birisi dildir. Bir milletin dilinin fakirleştirilmesi, kelimelerin hatta harflerin anlam zayıflaması, anlam kaybına varacak derecede değiştirilmesi -tam da bugün olduğu gibi- on yıl, yirmi yıl önce yazılmış bir kitap veya mevkute gençler tarafından anlaşılamaması, dil üzerine büyük ihanet ve projenin yaşanması olarak düşünülmelidir.
Dilimiz, dil bilimcileri tarafından büyük saldırı altındadır. Bu saldırıya dil bilimci Agop Dilaçar çarpıcı örnektir.
Dilimize açık ve gizli bu kadar saldırı yapılıyorken;
Mesela esnafın tabelalarında Türkçe olmayan kelimeler yazılıyorken, harf ve kelimeler değiştiriliyorken, “Bununla mücadele edenler de var mı?” diye düşünebilirsiniz.
Evet, var. Dilimize yapılan saldırılara karşı Sayın Ekrem Erdem öncülüğünde kurulan “Dil ve Edebiyat Derneği”, İstanbul Eyüpsultan'da bulunan merkezinde faaliyetlerini sürdürmekte; çocuk dergisi de olmak üzere üç ayrı dergi ve kitaplar yayınlamaktalar.
Geçtiğimiz günlerde dernek merkezine giderek Ekrem Erdem ve orada bulunan dernek mensupları ile sohbet imkânı bulduk.
Ekrem Erdem; “A” harfinin “â” şapkasından, kelimelerin gereksiz ayrılmasına; “ayak/kabı” gibi kelimeleri de örneklendirerek anlattılar. Ayrıca yabancı kelime merakının, “aydın” geçinenlerin sık müracaat ettikleri, konuşurken kelimelerin arasına İngilizce, Fransızca kelimeler serpiştirilmesinin çirkin bir tablo oluşturduğu; mesela Fransızca bilmediği hâlde “teşekkür” yerine “mersi” demesinin abesliğinin kültürümüzü etkilediği ve gene düğün, nişan gibi merasimlerde de Sivaslı, Tokatlı gençlerin düğün sırasında “dans” etmesi gibi hoyrat, çirkin bir özentiye yol açmasına kadar konuştuk.
Konuşmamız; “Göçlerin devletlerin zenginleşmesi demek olduğu, Batılı ülkelerin göçlerle kalkındığı” gibi bir değerlendirmede bulunuldu.
Ülkemizde üniversite eğitimi alan başka ülke gençlerinin değerlendirmelerini içeren bir de kitap yayınlamışlar. Çok ilginç bir kitap olmuş.
Göçlere gelince:
Göçlerin bir bakıma insan kaynağı olduğu doğrudur. Ancak Türkiye’de yaşanılanları doğru zeminde değerlendirmenin, geleceğimiz açısından son derece önemli olduğunu ifade etmeliyim.
Öncelikle Türkiye’ye gelen, başta Suriye, Irak, İran, Mısır, Libya hatta siyahi Afrika vatandaşlarının kaçak yollarla Türkiye’ye gelmelerinin kısa tahlilini yapalım. Türkiye ve göç veren ülkeler, bir proje sonucu gerçekleşmiştir.
Önce; 2003 yılı Ottawa Sözleşmesi ile sınırların mayınlardan temizlenmesi gerçekleştirilmiş, başta Suriye olmak üzere bölgede planladıkları komşu ülkelerin tarumar edilmesi ve içinin boşaltılarak insansızlaştırılması, “İsrail’e zemin açılması” projesinin sonucu olarak sınırlardan milyonlarca sığınmacı ülkemize gelmiş, komşu ülkeler tarumar edilmiştir.
Suriye böylece bir yandan boşaltılırken, insanlar yurtlarından, yuvalarından edilirken, bir yandan da Türkiye gelen sığınmacıların ağır yükü ile karşı karşıya bırakılmıştır.
Bir taşla iki kuş vurulmuştur.
Ayrıca Suriye’den Türkiye’ye sığınan eğitimli ve paralı Suriyelilere Avrupa kapısını açarken, sıradan, mesleksiz, vasıfsız, kadın, çocuk gibi sığınmacıları kabul etmemişlerdir. Avrupa; Suriye ve komşu ülkelerin vasıflı insanlarını kabul ederek kazanım elde etmiş, Türkiye ise hâlihazır durumu yaşamaktadır.
Ayrıca Suriyelilerin ülkelerine döneceğinden söz ediliyor! Ne Suriyeli, ne Iraklı ve ne de diğer sığınmacıların büyük bölümü Türkiye’yi asla terk etmeyecekleri görülmüştür.
Efendim; “Suriyeli olmasa inşaatlarda çalışacak insan bulamayız! Afganistan’dan kaçak yollarla Türkiye’ye gelenler olmasa dağda çoban bulamayız.” gibi sözleri de sıkça duymaktayız.
Öncelikle neden böyle bir ihtiyacın çaresi sığınmacı veya kaçkınlardan aranır? Önce onun cevabını vermek gerekir!
Afganistan’ı işgal eden ABD, işgal sırasında karın tokluğuna Afgan gençlerini kendi ülkelerine ve kendi milletlerine karşı “paralı asker” olarak kullanmış. İşgal bitince de orada kullandığı paralı askerler, ABD çekilince ülkelerini terk etmişlerdir! Bu kaçkınlar hangi ülkeye veya ülkelere gittiler? Ve gittikleri ülkelerde ne yapıyorlar?
ABD’ye beyin göçü, ABD’nin kalkınmasında motor güçtür.
Avrupa’nın, özellikle Almanya’nın Türkiye başta olmak üzere yabancı ülke insanlarını ülkelerine “işçi” olarak kabulü bilinen bir durumdur. Kalkınmış devletler, ülkeler kendi kontrol ve planlamaları ile gerçekleştirmişlerdir.
Sorular soru içinde.
Yani, “Onlar da bizim Müslüman kardeşlerimiz” demek yeterli değildir!
Ülkelere gelen vasıflı, vasıfsız insanlar elbette gittikleri yerlerde insan gücü olurlar ve kalkınmaya katkı sağlarlar. Bu doğrudur. Ancak bu insan göçü, göç alan ülkenin planlaması ve kontrolü ile olursa… Aksi halde işin nerelere varacağını kestirmek zordur.
Türkiye’ye sınırlarımızdan göç hazırlığı “Ottawa Sözleşmesi” ile planlandığı ortaya çıkmaktadır.
Hasılı; herkes kendi ülkesine faydalı olmalıdır!
Türkiye’ye eğitim için gelen, dünyanın neresinden gelmiş olurlarsa olsunlar çok değerlidir. Türkiye’nin gelecekte ülkelerle iyi ilişki kurmasında; işte, eğitimde ve kültürde elçilik görevi yapacakları bir gerçektir.
Komşularımız olan Müslüman ülkelerden planlı ve kontrollü olarak yapılmak kaydıyla ve Türk devletlerinden, özellikle Doğu Türkistan’dan ülkemize sığınan kardeşlerimize sahip çıkmak, kol kanat germek tartışmasız zorunluluğumuzdur.
Öte yandan çalışmak için, eğitim için gelen; on yıllardır sömürge olan Afrikalı ve Türkistanlı, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan ve diğerlerinden gelen dindaş ve soydaşlarımızla kardeşlik bağımızın kuvvetlenmesi, kültür alışverişinde bulunulması son derece önemlidir. Bu kardeşlerimiz, on yıllardır Komünist Rus esareti ve yönetimi altında büyük asimilasyon ve zulüm yaşamışlardır. Bu kardeşlerimizle ilişkilerimizi oralara giderek de derinleştirmeli, güç birliği yapmalıyız.
Türkiye, kendi hinterlandının hamiliği ve önderliği zorunludur.
Bu durum, tarihî bir geçmişe dayanmaktadır.
Türkiye, bütün bu olan biteni kendi plan ve programı ile yapması şarttır.
Önemine binaen ifade etmeden geçmemiz söz konusu olamaz!
Doğu Türkistan’dan Komünist Çin zulüm ve soykırımından dolayı ülkemize sığınmış, başta Müslüman, kadim millet Uygur kardeşlerimiz Türkiye’de zor şartlarda yaşamaktadırlar! Vatandaşlık almaları çok zorlaşmış, bu sebeple Avrupa ülkelerine girmeye çalışmaktadırlar. Bu kardeşlerimiz “cazgırlık/gürültü” yapmamakta, hâllerini kimseye arz etmemekteler!
Yönetici ve sorumlulara sesleniyorum:
Bize sığınan Doğu Türkistanlı kardeşlerimize reva görülenleri Allah da, tarih de, insanlık da görüyor!
Benden hatırlatması ve uyarması!
Hasılı:
Dil/Bayrak/Din/Vatan birbirinin ayrılmaz parçalarıdır!
Vesselam
YAZARIMIZIN TÜM YAZILARI İÇİN
https://www.bncmedyahaber.com/yazar-siyonizm-ve-usaklarinin-atraksiyonlari-ve-kuru-sikici-medyanin-mantar-tabancali-silahsorleri-1178.html
|